Devletler özgürlüklerin yaratıcısı değil, onların koruyucusudur.
Toplumsal güvenliğin sağlanması… Bir nevi yaşama, sağlık, eğitim, gıda, çalışma özgürlüğümüzün de güvence altına alınması demektir.
İnsan güvenliğinin korunmasındaki temel amaç, insan hak ve özgürlüklerini de kapsayacak şekilde bireyin yaşama hakkının korunmasıdır.
Devletin kontrolü sağlayamadığı, karmaşanın ve şiddetin eksik olmadığı, siyasi iktidarın yarattığı güç boşluklarının, illegal gruplarca doldurulduğu durumlarda insanlar bireysel özgürlüklerini de kaybederler.
Bireylere her ne kadar anayasal çerçevede geniş hak ve özgürlükler tanınsa da terör saldırıları karşısında sokağa çıkma özgürlüğünün kısıtlanması dâhil olmak üzere devletin alacağı bazı kararlar ve tedbirler gerekebilir. Ancak devleti yönetenlerin her eylemi ya da protestoyu bu kapsamda değerlendirmesi, hukuk devleti ve demokrasi anlayışı ile uyuşmaz.
İnsanların sokağa çıkamadığı… Başta yaşama hakkı olmak üzere, temel insan haklarından mahrum bırakıldığı… Miting, grev ya da protesto eylemleri gibi siyasi hakların kullanılamadığı… Fikirlerin bile özgürce söylenemediği yerlerde özgürlük- güvenlik dengesinden söz edilemez.
Bugün Suriye’de yaşanan olaylar göstermektedir ki; yıllardır totaliter/otoriter rejimle yönetilen bir ülkede sadece güvenlik politikalarının öne çıkması iç savaşı önleyememiştir. Üstelik farklı terör örgütlerinin faaliyet alanı olması nedeni ile az da olsa var olan özgürlüklerin tamamı yok olmuştur.
Netice; Kitlesel göç ve insani trajedi…
“Güvenliğiniz için özgürlüklerinizden feragat eder misiniz?” sorusuna terör saldırılarının yoğun olduğu bölgelerde insanlar büyük çoğunlukla,” evet” diyeceklerdir. Bu durum güvenliğin toplumlar için ne kadar vazgeçilmez olduğunun önemli bir göstergesidir.
Bununla birlikte, anayasa ve yasaların terör bahanesi ile askıya alınması ya da her eylemin ve protestonun terör torbasının içerisine atılması doğru değildir.
Burada önemli olan güvenliğin özgürlüklerin önüne geçmesi değil, iki kavram arasında sürekli bir dengenin sağlanmasıdır.
Başka bir deyişle, devlet, ne aşırı güvenlikçi politikalarla bireylerin üzerinde baskı yaratmalı, ne de özgürlükler öne sürülerek güvenlik önlemlerinden vazgeçmelidir.
Olduğundan fazla yapılan bir güvenlik vurgusu, bireyin hak ve özgürlüğüne daha fazla müdahale anlamı taşır. Bu da tepki doğurur. Tepkilerin dozu artar ve şiddete dönüşünce de, kamusal güvenliği sağlamak adına özgürlükleri daraltma veya kaldırma karar ve uygulamaları devreye girer.
Kısır döngü…
Devlet birey ve toplumdan ayrı kutsal bir varlık değildir. Devlet, bireyin hizmetinde bir araçtır. Bunun aksini düşünmek devleti otoriter/ baskıcı hale getir ki, insan yaşamı için en büyük tehdit budur.
Onun için Edibali, “Bireyi yaşat ki, devlet yaşasın” demiştir.
Devlet, iç güvenliğin sağlanmasında yeni tedbirler alınmasını zorunlu görebilir. Bunun için yasalar da değişiklik de yapabilir. Zira toplumsal eylemlerde kolluk güçlerinin yetkilerinin sınırlı kalması nedeniyle olayların büyümesine engel olamadıkları da bir gerçektir. Lakin bunu yaparken orantısız güç kullanılmamalıdır. Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi bir genç kızın ne sebeple olursa olsun kameralar önünde dakikalarca dayak yemesi ve yerlerde süründürülmesi, orantısız güç kullanımıdır.
Dışarıdan rektör atanması kararına karşı yapılan eylemleri terör faaliyeti kapsamında değerlendirmek ve öğrencileri terörist olarak nitelemek doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım, terör örgütlerine yarar. Zira terör örgütü yanlılarının öğrencilerin arasına karışarak eylemleri provoke etmelerine fırsat verir. “At izi it izine karışır.”
Bırakın! Öğrenciler demokratik haklarını kullanarak görüşlerini açıklasınlar ve şiddete bulaşmamak kaydı ile eylemlerini sürdürsünler.
Bir müddet sonra zaten gazları iner.
Başka bir ifade ile “özgürlük çıtasının yukarıya çekilmesi, güvenlikten taviz anlamı taşımayacağı gibi güvenlik hedefinin yükseltilmesi de özgürlüklerin yok edilmesi değildir.
Güvenlik ve özgürlük dengesi…
Güvenlik ve özgürlük arasındaki dengenin bozulmadığı, toplumun endişeye sürüklenmediği daha şeffaf, hesap verilebilir ve güvenilir bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Hükümetlerin özgürlük – güvenlik dengesini koruması… İnsanların refahı, mutluluğu ve toplumsal düzen için hayati derecede önemlidir.
Özgürlüğün olmadığı yerde güvenli toplumdan, demokrasi ve hukuk devletinden bahsedilemez. Hukuk devleti rafa kalkarsa ekonomik büyüme ve istihdam durur. Bu kavramlar birbirleri ile ilişkilidir.
Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar? Alın size bir soru! Özgürlük- güvenlik ilişkisini bu bağlamda düşünün! Yani özgürlük demek aynı zamanda güvenlik de demektir.
Geçenlerde Antalya Hurma Mahallesinde sabaha karşı 2 yanlış adrese koç başla kırılarak girildiğini öğrendim. Umarım yanlış bilgidir. Yasal zemini hazırlansa bile evine kapısı kırılarak girilen yabancı uyruklu ev sahiplerinin korku dolu anları ve çocukların geçirdiği sarsıntı güvenlik gerekçesine bağlanamaz.
Polis ince eleyip, sık dokumalı, istihbaratını teyit ederek operasyonunu gerçekleştirmelidir. Bu gibi olaylar “pardon” denilerek geçiştirilemez.
İfadesi alınıp serbest bırakılacak bir kişinin, sabaha karşı evinin basılması ve kelepçelenerek nezarete konulması hangi hukuk ilkesi ile bağdaşır? Bir insanın suçlu olmadığı halde, komşuları ve kamuoyu nezdinde düştüğü durumu düşünmek bile istemezsiniz! İş çığırından çıktı. Delilden suçluya gidilmesi gerekirken, şüpheliden delile ulaşılmaya çalışılıyor. Bu uygulama özgürlük alanlarını iyice daraltıyor. Korku ve endişeye neden oluyor.
Devletimizi ve polisimizi seviyoruz. Lakin işinin ehli olmayan yöneticilerin yanlış ve keyfi uygulamalarını da savunacak değiliz.
Kantarın ayarını iyice bozdular.
***
Mukadder Başeğmez’in Gönderisi
Kıvılcım
“Dara’da liseli öğrencilerin yürüyüşü ile başladı her şey. Suriye polisi öğrencilere sert muamelede bulundu ve on on beş öğrenci gözaltına alındı. Buna tepki gösteren öğrenci aileleri de polis tarafından hırpalandı. Takip eden günlerde daha büyük öğrenci grupları başka şehirlerde gösteri yaptı. Yer yer çatışma çıktı, gözaltılar çoğaldı ve yedi gösterici öldü. Sonra Suriye’yi ateşe vermek isteyen karanlık güçler; 120 devlet görevlisini katlettiler. Esad hükümeti sert tutumunu devam ettirdi. Ateş bacayı sardı. Artık kim kimi nerede niçin öldürüyor belli değildi. ” Dur”, “sus” diyen yoktu. İşin içine yabancılar karıştı. Vur diyorlardı, vur. Dünyanın her yerinden azılı teröristler Suriye’ye koştu. Sırf öldürmek ve o çorak toprakları kanla sulamak için. Sonra başka devletler ordularıyla indi sahaya…
Çokbilmiş stratejisiler, analistler, uzmanlar, kâhinler ha bire ahkâm kesiyordu. Vekâlet savaşları diyorlardı.
Olan bitenleri herkes görüyor fakat herkes başka türlü anlıyor, başka türlü yorumluyordu. Türkiye ; ” İlle Esad gitsin, halkını katlediyor” diye tutturmuş, Rusya Esad’a müttefik olmuş, Amerika tavşanlarla tazıları yarıştırma oyununa girmiş, İran ise mezhep ve ideoloji hasadına girişmişti. Bütün bunlar milattan önce veya birinci dünya savaşından sonra değil, dün oldu, bugün oluyor, yarın olacak…
Bu kanlı oyunda akıldan eser yoktu. Hukuk yoktu. Aklın olmadığı yerde hukuk olmaz. Gözünü kan bürümüş muhterislerin iktidar savaşı olur.
Şimdi başa dönelim: Dara’da lise öğrencilerine cop sallayan o polisler ve aileleri ne durumdadır acaba? Kaçı kaçmıştır ülkesinden. Kaçı Kilis’in, İstanbul’un sokaklarına sığınmıştır?
Aylan bebekler kimin çocuğudur?
Akdeniz’in dibini dolduran cesetler kime, hangi gruba, hangi örgüte aittir? Deniz kimlik mi sorar? Ölüm pasaport mu ister?
Çalı çırpının çok, güneşin kızgın olduğu yerde çabuk yangın çıkar.
(ideolojik, etnik ve mezhebi grupların çok olduğu yerler tutuşmaya hazır çalı çırpı, ayrıştırıcı ve baskıcı yönetimler ise kızgın güneş gibidir.)
Masum bir öğrencinin başına inen cop o baştan aklı, o coptan hukuku alır. Tekrar ifade edeyim, akıl yoksa hukuk yoktur. Aklın ve hukukun olmadığı yere Allah pislik yağdırır.
Ne oluyor Beyler! Bir gün olsun akıl etmez misiniz?
Ne aklından, ne hukukundan bahsediyorsun kardeşim! Dış güçler… Dış güçler… Diyorsanız, sadece susar kalırım.”