Antakya; farklı dinlerin, dillerin, ırkların, mezheplerin kardeş olduğu bir şehir…
Bu nedenle, ziyaret ettiğim ilk yerlerden biridir.
Habib-i Neccar Camii…
Habib-i Neccar’ın cami içerisinde bir ziyaretgâhı bulunuyor.
Anadolu’da kurulmuş, ilk cami olarak tanınıyor. Bu nedenle Müslümanların gözünde farklı bir konumda…
Hz. İsa’nın elçileri Yahya, Yunus ve Şem-un Sefa’nın kabirleri de burada yer alıyor.
Bu nedenle Hristiyanlar için de önemli.
Başka bir ifadeyle, hoşgörünün, kardeşliğin merkezi…
Şehrin de gözbebeği.
Antakya, 636 yılında Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde, İslam ordusu tarafından fethedilmiş ve fethin sembolü olarak da cami inşa edilmiş.
Cami, Bizans’ın işgaliyle kiliseye çevrilmiş…
Müslümanların şehri geri almasıyla tekrar cami olarak ibadete açılmış…
Bu durum bir kaç böyle kez devam etmiş; şehir bir Müslümanların eline geçmiş, bir gayrimüslimlerin…
Habib-i Neccar ise bir cami olmuş, bir kilise…
Yasin Suresi’nin 14. ayetinde geçen olayın bu olduğuna inanılıyor.
Günümüzde ziyaret maksadıyla girilip çıkılan cami görünümünde…
Bu “gez-gör-çık” hali manevi ruhuna uymuyor.
Habib-i Neccar’ı görmek için gelinen yerden ezan sesiyle kalkar, bir vakit namazı kılarsanız…
Huzuru bulursunuz.
Benden söylemesi…
***
Tebliğin ilk muhatabı Habib-i Neccar
Habib-i Neccar geçimini marangozlukla sağlayan bir Antakyalıdır.
Cüzzamlı bir oğlu olduğu için yaşamını dağdaki bir mağarada sürdürmektedir. Hz. İsa, iki havarisini (Yahya ve Yunus) Antakya’ya gönderir, dağları aşıp şehre giren elçiler ilkin Habib-i Neccar’a rastlarlar.
Habib-i Neccar şehre yabancı olan bu iki elçiyi görür ve kim olduklarını sorar. Onlar da Hz. İsa’nın elçileri olduklarını söylerler.
Habib-i Neccar iki elçiden kendilerini peygamberin yolladığına dair bir delil ister. Onlar da derler ki: “Allah’ın izniyle biz hastalıklara şifa veririz.”
Cüzzamlı oğlu, onların elinden şifa bulunca Habib-i Neccar iman eder elçilerin dinine.
Sonra elçiler şehre inip halkı dine davet ederler; fakat çabaları sonuçsuz kalır. Hastalıklara şifa verdikleri duyulup halkın onların etrafında toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri sorgusuz sualsiz zindana attırır.
Uzun süre kendilerinden haber gelmeyince üçüncü elçi (Şem-un Sefa) Antakya’ya gönderilir.
Kimliğini açığa vermeden kralın sarayına girer Şem-un Sefa; amacı, kendisinden önce gönderilen iki elçiyi kurtarmaktır.
Aradan zaman geçer ve kralın güvenini kazanır Şem-un Sefa.
Krala kendisinden önce şehre gelerek hastalara şifa verdiklerini söyleyen elçileri imtihana tâbi tutmayı teklif eder.
Kral, kabul eder ve elçileri çağırtır. Arkadaş oldukları hâlde birbirlerini tanımamazlıktan gelir elçiler. Oyunun bir parçasıdır bu.
Şem-un Sefa arkadaşlarına: “Nereden gelip nereye gidersiniz, sizi kim gönderdi?” diye sorar.
Elçiler kendilerini İsa peygamberin gönderdiğini, hak olan tevhit dinini davete geldiklerini söylerler.
Bunun üzerine Şem-un Sefa “madem sizi bir peygamber gönderdi, elinizde bir delil olmalı” der.
Hastalıklara şifa veren elçiler ölüleri de diriltebildiklerini söylerler. Sarayda henüz yeni vefat eden birini elçilerin huzuruna getirirler ve diriltmelerini isterler; onlar da Allah’ın izniyle diriltirler.
Dirilen kişi, “Ey Antakya halkı, siz de öldükten sonra benim gördüğüm azabı görmek istemiyorsanız beni kurtaran bu üç kişiye uyun” der ve bu esnada Şem-un Sefa’nın da kim olduğu ortaya çıkar.
Kral şaşkındır, sorar: “Şem-un Sefa, sen de mi onlardansın?”
Bozuntuya vermez Şem-un Sefa, krala dönüp, “Kralım, bu elçiler olağanüstü bir hâl gösterdi. Putlarına söyle, onlar da marifetlerini göstersinler” der.
Tabi kral bilir putlarının böyle hünerlerinin olmadığını… Yemeyen, içmeyen, konuşmayan putlar ne yapabilir ki?
Kralın bu olaydan sonra iman ettiği bilinir, rivayetler bu yöndedir. Fakat halkı, davete icabet etmez, aksine inkâr yoluna giderler. Büyü yapmakla suçlarlar elçileri.
Atalarının dininden vazgeçmeyen halk elçileri taşa tutar.
Bunu duyan Habib-i Neccar gelir şehre koşarak ve der: “Ey kavmim, sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere uyun. Onlar doğru yola ermiş olanlardandır.”
(Bu olayın Yasin Suresi 20-22. ayetlerde geçen olay olduğuna inanılır.)
Halk, elçilerin getirdiği dine inandığı, atalarının dinine ihanet ettiği gerekçesiyle Habib-i Neccar’ı da taşlayarak şehit eder.
İşte bu cami, Habib-i Neccar’ın şehit edildiği yerde inşa edilmiştir.
Başka bir rivayet
Habib-i Neccar’ın şehit edilmesi dağda gerçekleşir.
Öfkeli halk, Habib-i Neccar’ın başını gövdesinden ayırır ve şehrin doğusundaki dağdan yuvarlanan başı bugün caminin bulunduğu yere kadar gelir.
Hatta camide yer alan Habib-i Neccar Ziyaretgâhında sadece başının bulunduğu, gövdesinin de dağda olduğu söylenir.
Şehrin doğusundaki, caminin hemen yanı başındaki Habib-i Neccar Dağı’na tırmandığınızda dağda kalmış bedenine hürmeten yapılan bir ziyaretgâh ile daha karşılaşırsınız.
Bedeninin cami içindeki ziyaretgâhta olduğunu söyleyenler varsa da çoğu kişi bedeninin dağda, kafasının ziyaretgâhta olduğuna inanıyor. Rivayetler çeşitli…
Hikâye doğru olabilir mi? sorusu kafa kurcalasa da, ehlî-i ilmin hikâyenin hakikati noktasında müspet bir noktada birleşmediklerini öğreniyoruz.
Anlatılanların hikâye olmaktan çok efsanevî yönü ağır basıyor.