Hayat, bir rüya, bir film şeridi gibi…
Zamanı gelince herkes bu dünyadan ansızın göçüyor.
Bizden öncekiler de oyunlarını oynayıp geçip gittiler…
“Baki kalan gök kubbede hoş bir seda.”
Yunus’un dediği gibi: “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan mülk de yalan. Al biraz da sen oyalan.”
Önemli olan, kendilerinden sonrakilere bir eser bırakabilmek.
Daha önce zenginlik ve şöhret sahibi birçok kişinin şu an ismi bile hatırlanmıyor.
Dünya var olalı kaç medeniyet geldi geçti yeryüzünden.
Ne çok şehirler inşa edildi, ne ihtişamlı saraylar, tapınaklar, kaleler yapıldı.
Krallar, imparatorlar, hanedanlar, hükmedilen topraklar…
Nerede o hükümdarlıklar, o ihtişam?
Şimdi yerinde yeller esiyor.
Mal mülk, şan, şöhret ve saltanat üzerinde kurulan hâkimiyetler geçici.
Ölüme hükmedemiyor insan…
Canının bile gerçek sahibi değil ki, malının olsun.
Geçici bir heves, sınırlı nefes…
Er kişi ya da hatun kişi niyetine El-Fatiha.
Bir anlamı var mı geride bırakılan evlerin, arabaların, banka hesaplarının, altın stoklarının ya da borsadaki hisse senetlerinin?
Kefenin Cebi Yok…
Bu hırs, doyumsuzluk, bencillik ve cimrilik neden o zaman?
Diledikleri her şeye sahip olmak ve büyüklenmek için olsa gerek…
Sıhhat, zenginlik, şan şöhret, makam ve mevki gibi dünya hayatının zevklerini elde edebilirler.
Ya sonrası?
İnancımıza göre; eğer bunları doğru yoldan elde etmemişlerse, sadece dünya hayatının nimet ve lüksünü gaye edinmişlerse, “onlara ahrette ateşten başka bir şey yoktur.”
Bütün yapmış oldukları da boştur.
Gelirken bir şey getirmeyen insan, giderken de bir şey götüremeyecektir.
Kimse bu yalan dünyada sonsuza dek kalamayacak.
Herkes ahret yolunun yolcusu…
Ancak, insanların dünya menfaatine düşkünlüğü, yaratılışında vardır. Bu duygu vasıtasıyla insanlar mal-mülk sahibi olabilir.
Yeter ki elde edilen servet, doğru bir şekilde harcansın.
Her işte aşırılık kötü olduğu gibi, mala düşkünlükte de aşırılık insanı yoldan çıkarıyor.
Bilakis, mala aşırı düşkünlüğü olanlara devlet işlerinde görev vermemek gerekir.
Mal hırsı; kıskançlık yarattığı gibi, halka zulmü de artırır. Başka bir deyişle, kamu gücünün kötüye kullanılmasına neden olur.
Osman gazi oğlu Orhan gaziye, “Askere ve mala asla mağrur olma”, “Müslümanların beytülmalini muhafaza et, devletin servetini çoğaltmaya çalış”, “Lüzumlu masrafların haricinde masraf yapmamaya çok dikkat et” diye nasihat vermiştir.
Keşke günümüzde de uysalar…
***
Dünya bir kervansaray
Nur yüzlü bir ihtiyar, Belh ülkesinin şanlı hükümdarı İbrahim bin Ethem´in muhteşem sarayı önünde durdu. Kapıdaki nöbetçiler, yanına yaklaştılar.
“Ne arıyorsun ihtiyar?” diye sordular.
– Ben yolcuyum. Bu gece konaklayacak bir kervansaray arıyorum.
– Yanlış gelmişsin baba. Burası kervansaray değil, hükümdarımızın sarayıdır.
Nur yüzlü ihtiyar ısrar etti:
– Burada gecelemek istiyorum, Tanrı misafiriyim.
Nöbetçiler ne dedilerse onu ikna edemediler. Sonunda hükümdara durumu bildirdiler. İbrahim bin Ethem, “Gelsin bakalım tanıyalım şu ihtiyarı” dedi ve içeriye buyur etti. Ona sordu:
– Burası benim sarayım. Sen nasıl hükümdar sarayını kervansaray diye küçümseyebilirsin?
– Nöbetçilerin anlamadılar, sen de anlamıyorsun. Burası kervansaraydır, istersen sana ispatlayayım.
– İspatlarsan seni burada misafir ederim. Yoksa cezaya çarptırırım.
İhtiyar sorularını sormaya başladı:
– Kaç zamandır burada oturuyorsun?
– 3 yıldır.
– Senden önce kim oturuyordu?
– Babam; 10 yıl oturduktan sonra vefat etti.
– Peki, ondan önce kim, ne kadar oturdu?
– Dedem, o da 2 yıl hükümdarlık yaptıktan sonra öldü.
– Senden sonra kim oturacak?
– Herhalde oğlum oturur.
Bu cevaplardan sonra ihtiyar güldü ve sözlerini şöyle sürdürdü:
– Sana burasının kervansaray olduğunu söylemiştim. Deden geldi kondu geçti, baban geldi bir müddet kaldı gitti. Sen geldin, sen de gideceksin, yerine oğlun geçecek.
Bu gelip gitmeler devam edecek. Kervansaraylar da yolcuların gelip gittikleri yerler değil mi?