Devlet adamlarına, yerel yöneticilere ya da bürokratlara birileri, cesaret gösterip gerçekleri anlatabilmelidir.
Tozpembe tablolar çizmeden…
Öyle olmuyor.
Aykırı sesleri susturup, eleştirel yorumları gizliyorlar.
“Aman patron duymasın!”
Duysa ne olur?
Bize kızar, belki de işimizden oluruz.
Bakın toplantılara!
Hep aynı yüzleri ve sunulan imkânlardan faydalananları bir arada görürsünüz.
Her şey çıkarlarını ve makamlarını korumak için…
Dalkavukluk konusunda ise mahirler.
Yöneticilere ve siyasilere görmek istediklerini gösteriyorlar.
Duymak istediklerini de…
Bindirilmiş kıtalar zaten hazır.
Eskiden tebdili kıyafetle halkın arasına karışıp, yönetimde adalet olup olmadığını soran…
Ve memurların adil ve dürüst olup, olmadığını test eden…
Kendi uygulamalarını kendi kulakları ile duyan…
Yöneticiler varmış.
Şimdilerin yöneticileri çatlak ses duymak istemiyor.
Eleştiri de…
Bu nasıl oluyor?
Etraflarında becerikli danışmanlar ve duymak istediklerini söyleyen becerikli memurlar var.
Onlar işini iyi yapıyor.
Kral çıplak diyen yok mu?
Tabi ki var.
Onlar tez zamanda gider.
Anında “Abbas yolcu…”
Görev ve yetkiler gelip geçicidir.
Makam, mevki, para, şöhret gibi…
Tarihe bir yolculuk yaparsanız görürsünüz.
“Kimler geldi kimler geçti.”
Birçok lider ya da yönetici; görevde iken kendini bir otorite, yıkılmaz bir güç ve her şeyi doğru bilen biri olarak algılar.
Bunun böyle olmadığı er ya da geç anlaşılır.
Yalnız Kurdu oynar.
Birçoğunun adı bile anılmaz.
Medeniyetleri kuranlar, bir eli balda bir eli yağda yaşayanlar değil, özgür ve düşünen toplumlardır.
“Size özgürlükten önce ekmek gerek” diyen Batılı ’ya, Afrikalı kadının cevabı manidardır.
“Konuşma özgürlüğüm olmazsa, ekmeğimi kimin çaldığını nasıl söyleyeceğim.”
Bazı toplumlar…
Yapılan yanlışları bile şarkılarla, türkülerle alkışlar.
Fikirlerini açıklayan, yalın konuşan insanlara da, “nene lazım” der.
“Duyarlı olmak lazım, bu ülke bizim” diye başlayana da…
“Neme lazım, git işine” demekten de geri durmazlar.
Başlarına balyoz inene kadar…
O zaman da iş işten geçer.
Şarkıcı Sıla’nın sevgilisinden şiddet görmesi, ülkede ikinci sırada gündem maddesi yapılırken…
Önemli meselelerin konuşulmaması hayra alamet değildir.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”
Mantık bu.
Ne yapacağız o zaman?
Duyarlı olacağız.
Korkmadan, yılmadan, yorulmadan…
“Ben” değil “biz” diyerek mücadele edecek, özgür bireylere ihtiyacımız var.
Toplum duyarlı olursa…
Buna yöneticiler de mecburen uyacaklardır.
Terörle mücadele ve ülkeyi bölme konusuna…
Yolsuzluk iddialarına…
Yoksulluk ve ekonomik dengesizliğe…
Adaletin ve hukukun yara almasına…
Halk arasında başlayan kutuplaşmalara…
Ahlaki çöküş ve aile yapımızın çürümesine…
Neme lazım denilebilir mi?
Ülkenin gündemine bir bakın!
Kaç kişi duyarlı, kaç kişi “neme lazım” diyor.
Sorunlara tepkisiz kalan hatta görmezden gelen bir toplum haline geldik.
Getirildik.
Vurdumduymazlık ve aymazlık…
Ülkeyi bitirecek.
“Bizden bir şey olmaz”, “3-5 kişi ile ne çözülebilir?”, “ büyüklerimiz daha iyi bilir” ile başlayan…
“Başınız belaya girer “ ile biten…
Korkular, endişeler son bulsun.
Türkiye demokratik bir ülkedir.
Her vatandaşın fikirlerini açıklama ve ülke sorunlarına karşı duyarlı olma hakkı vardır.
Apolitik bir toplum…
Bizi ileriye taşımaz.
Her vatandaş, elini taşın altına koymakla yetinmemeli, gerekirse vücudunu taşın altına koymalıdır.
Vatanseverlik budur.
“Ülkemin sorunlarını çözmede ben de varım.”
“Neme lazım” yerine, “bize lazım” diyelim.
Geç olmadan.
Bu yazıyı okuduktan sonra da “neme lazım be ” deyip, sonra eskisi gibi yaşamaya devam edenler…
Size iyi uykular.
***
Örnek Bir Olay
Osmanlı’nın muhteşem zamanlarıdır.
Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünür; günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye.
Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi’ye gönderir.
Mektupta “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?” der.
Mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; “Neme lazım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi bir mana veremez.
“Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana mı vardır?” diye düşünür.
Nihayet kalkar Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir ve der ki:
– Yahya Efendi mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al.
Yahya Efendi şöyle bir bakar:
– Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.
– İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lazım be Sultanım” demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:
– Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa, işitenlerde ‘neme lazım’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susarsa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa, bunu da taşlardan başka kimse işitmezse, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…
Bunları dinlerken ağlayan koca Sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder.
Sonra da Allah’a kendisini ikaz eden bir âlim olduğu için şükreder.
Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için Yahya Efendi’yi tembih ettikten sonra oradan ayrılır.
İlgili mektup, Topkapı Sarayı‘nda sergilenmektedir.