Kurumların ve kuralların bozulması, mevcut sistemin tıkandığının ve tükendiğinin açık bir göstergesidir. Zira uzun süredir devlet içerisinde görünmez bir savaşın varlığı ilgililer tarafından bilinmektedir. Bu görünmez aktörlerin çatışması neticesi bazı gizli kalması gereken bilgilerin sızdırılması bu güç savaşını doğrulamaktadır.
Sokaktaki vatandaş, devletin samimiyetini ve ciddiyetini sorgulamakta, devlet kurumları arasında koordinasyonsuzluk ve güvensizliğin hizmete yansıması nedeni ile endişeye ve umutsuzluğa kapılmaktadır.
Çıkar gruplarının birilerinin mallarına çökmesi, atamalarda eş dost ve kayırmacılık… Hatta organize suç örgütlerinin bazı atamalarda etkisi, yapılan adaletsizlikler… Sedat Peker’in bazı iddia ve açıklamalarını akla getirmektedir.
En kötü kural, kuralsızlıktır. Otoriter bir toplumda bile kuralların herkese eşit olarak uygulanması halkta hoşnutsuzluğu azaltmaktadır. Önemli olan adalettir. Fatih Sultan Mehmet; “Aklı öldürürsen ahlak da ölür, akıl ve ahlak ölürse millet bölünür. Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür” demiştir.
Hurafeler ve akıl dışı menkıbeler ile aklı öldürdüler. Çıkar ve makam kavgaları ile bir toplumu ayakta tutan “ahlak” köreldi. Ve milleti karpuz gibi “sizinkiler ve bizimkiler” diye kutuplaştırarak ikiye böldüler. Yargının siyasallaşması ve hukukun üstünlüğü yerine kişilerin üstünlüğünün kabullenmesi adaleti ortadan kaldırdı.
“Adalet, mülkün temelidir.” Burada bahsedilen “mülk”, devlettir. Devletin güçlü olması ve millete hizmeti şiar edinmesi esastır. Devlet olmadan bu coğrafyada ayakta kalmak mümkün değildir. Türkiye, bir İsveç, bir Norveç, bir Danimarka değildir. Bu nedenle devletin bekası için bazı stratejik kuruluşların varlığı elzemdir. Lakin devlet, kurallara ve yasalara göre çalışır.
Vatandaşlar arasında, “Bunlar seçimi kaybetseler bile gitmeyecekler” söylentisi yayılıyor. Bu söylemin yaygın olarak yayılması, hem demokrasimiz hem de devletimiz açısından tehlikelidir. “Seçimi kaybeden gider.” Kimse telaşa kapılmasın!
Tüm dünyada örnekleri görüldüğü gibi, siyasi gücü ellerinde bulunduranlar, kendi kutsallıklarını ilan eder. “ Biz gidersek, Türkiye çöker” veya Biz varsak Türkiye var.” Vazgeçilmez kutsallık… Demokratik hukuk devletinde siyasi gücü elinde bulunduranlar meşruiyetlerini kutsallıktan değil, hukuktan alırlar.
Devlet, kendisini koruyacak mekanizmaları geliştirir. Ve şartlar oluştuğunda savunma aygıtları harekete geçerek saldırıyı bertaraf eder. Örneğin; TSK’da 15 Temmuz darbe girişimine katılanların sayısı %2 civarındadır. “Bu darbeyi, sokağa dökülen vatandaş engellemiştir” algısı yaratıldı. Hâlbuki bu hain darbe girişimini önleyen polis ve askerdir. Vatandaş ise güvenlik güçlerine katkı vermiştir.
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” Bu söz, vatanın önemini belirtmek için söylenmiştir. Memleket savaş halinde ise ya da işgal tehlikesi varsa, her Türk askerdir, vatan savunması için gereğini yapar. Ya söz konusu birilerinin ikbali ve makamı ise… O zaman da hukuk dışı yollara başvurarak, mafya yöntemleri ile insanlar sokağa mı dökülecektir?
Türk milliyetçilerinin efsane lideri Alpaslan Türkeş: “”Söz konusu Vatansa hepimiz ölelim. Söz konusu makamsa hepiniz ölün” demiştir. Vatan millet edebiyatı ile hukuk dışı iş ve yöntemlere birilerinin değirmenine niye su taşıyalım?
Sömürü, hırsızlık ve yolsuzluk gibi eylemleri meşru göstermek için gerekçe de hazırdır! Dava… Beka… Neyin davası, neyin bekası olduğunu muktedirler bilir ama kullar yüce bildikleri bir kavram için kendilerini feda ederler. Bu bazen din, bazen kimlik bazen de devrim ve dava gibi kavramların arkasına sığınmak şeklinde olur.
Hukuk dışı yolları amaçlarına ulaşmak için her şeyi meşru görenler, menfaat şebekelerine ve mafya guruplarına da yol vermek durumunda kalır. Gün olur o silah geri teper ve kendilerini vururlar.
Şu anda ülkemizi sadece görünen aktörler yönetmemektedir. Bunların yanında bir de görünmeyen aktörler vardır. Bu yöntem, farklı çıkar guruplarının devlet içerisinde örgütlenmelerine yol açmıştır. Bu gurupların amacı, sadece devleti korumak mıdır?
Devlet içerisinde paralel yapıların oluşmasına hiçbir şekilde izin verilemez. Bu gibi yapıları önlemenin yolu, kurumsal yapıları güçlendirmek ve rotayı demokratik hukuk devletine doğru kırmaktan geçer. Birileri de çıkar der ki; “Efendim, bu yapıların hepsi böyle değil. Gerçekten bu ülke için canını veren vatan fedaileri var, serdengeçtiler var, aslan yürekli yiğitler var.”
Demokratik bir hukuk devletinde; amaç ne olursa olsun, hukuk dışı yapılara izin verilemez. Bir de devleti kurtarma adına yola çıkanların, kamu mallarına ve birilerinin özel mülklerine çöktüğüne şahit olmadık mı? Bu ülkenin polisi, askeri ve kurumsal yapıları var. Kimse kendisine bir özel bir amaç yükleyerek racon kesmesin! Bazı filmlerde ve TV dizilerinde, hukuk dışı kurguları meşru gösterme ve baş aktörlerini rol model ve kahraman olarak algılatma çabaları bir PİAR çalışmasından başka bir şey değildir.
AK Parti öncesi vesayetin sahibi, asker ve yargı içerisine çöreklenmiş bir gurup ile onların siyasi uzantılarıydı. Bunlar her iktidar döneminde borusunu öttürdü. Bunların hâkimiyeti bitince, FETÖ ile ortaklık kuran iktidar içerisindeki bazı odaklar, vesayet görevini devraldı. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası, FETÖ ile düşman kardeşler haline dönüşen iktidar cenahı, vesayet ortaklarını değiştirdi. Bugün vesayet ortakları MHP içerisinde etkin küçük azınlık ile Ulusalcılardır.
Ya vitrinde görünenler? Bize sadece vitrin malzemeleri ve aktörleri gösterilmektedir. Medyadaki tetikçi gazeteciler ve yorumcular, bize göstermek istediklerini gösteriyor, bilmemiz gerektiği kadarını aktarıyor. Perde arkasında ise çok garip şeyler oluyor.
Siyasetin görünen ve görünmeyen aktörleri arasında gerilim ve kavga giderek büyümektedir. Seçim öncesinde hesaplaşma başladı! Hem de kıran kırana… Bu aktörler, sadece iktidarı değil, muhalefeti de tasarlıyor. O nedenle milletvekili adaylarının seçiminde etkin olmaya çalışıyorlar.
Bu kavga, ne için yapılıyor? Demokratik bir sivil toplum için olsa hepimiz alkışlayalım. Biz de dâhil olalım! Lakin bu kavganın amacı, devletin gücünü ele geçirmek ve yeni vesayetin ortağı olmaktır.
Bu gelişmelerden korkan ve endişe duyanlar soruyor: “ Cesur bir savcı, cesur bir hâkim yok mu?” Eğer bu ülkede hukuk sistemi ve adalet bir savcının cesaretine kalmışsa, o ülkede hukuk çökmüş demektir. Bir hukuk devletinde herkesin görev alanı tanımlanmıştır. Hukuk bilinci gelişen insanlar için adaletin teminatı, bir savcının cesareti değil, bizzat anayasanın kendisidir. Anayasal kurumlar ve çalışanlar da anayasadan aldığı güçle görevlerini yerine getirirler.
Bu böyle olmuyor? Hâkim ve savcıların atama ve terfileri yürütmenin etkisi ve baskısı altında kalmaktadır. Üstelik hâkimlerin coğrafi güvenliği de yok. Hoşa gitmeyen kararı veren hâkime; “Nereye gitmek istersin?” denmiyor mu?